Yeryüzündeki tüm güzellikleri görmemizi sağlayan gözlerimizin, bugünkü teknolojiden çok daha ileride olduğunu biliyor muydunuz? Ya da gözlerimizdeki kadrajın ne kadar netlikte olduğunu?
Küçük açılarla anlık hareket eden göz, beyin ile birlikte retinada bulunan foto alıcılar sebebiyle bir makinenin elde edebileceğinden çok daha yüksek çözünürlükte veriler elde eder. Normal insan gözünün açısında bir görüntünün olduğu var sayılırsa, bu durumda piksel sayıları ortalama bir göz için şöyle bir hesaplama söz konusudur: 90 derece x 1/0.3 x 90 x 60 x 1/0.3 = 324,000,000 piksel (324 megapiksel) dir. Diğer bir ifadeyle 90 derece x 60 arc - dakika / dereceden 324 megapikseldir. Şu anda en iyi dediğimiz kamera bile 33.4 megapiksel. Muhteşem değil mi? Buna rağmen, mikropları görmek için mikroskoba, yıldızları görmek için ise teleskoba ihtiyaç duyuyoruz.
Peki ya kulaklarımız? Hangi seslere, kaç desibele kadar duyarlı olduğunu fark ettiniz mi hiç? İnsan kulağı 20-20.000 Hz arasındaki sesleri duyar. Bu sınırın altındaki seslere infrasonik, üstündeki seslere de ultrasonik sesler denmektedir ve bu sesleri ancak bir cihaz aracılığı ile duymak mümkündür. Bunu boyumuz yetmediğinde tabure kullanmak gibi düşünebilirsiniz. Dolayısıyla bedenimizde her şeyin bir duvarı, bir sınırı, bir kapasitesi bulunmaktadır.
Aklımızın Bir Sınırı, Bir Limiti Var Mı Peki? Hiç Düşündünüz Mü?
Aklımızla mantık denklemleri kurabiliyor, uzun uzun düşünebiliyor, kararlar alabiliyoruz. Hiç düşünülmemiş bir fikri üretebiliyor, çıkarımlar yapabiliyor, icatlar gerçekleştirebiliyoruz. Bir mesele üzerine bazen günlerce kafa yorabiliyoruz. Bir soruna çare bulmak aklımızın aylarını, hâttâ yıllarını alabiliyor. Bu açıdan düşündüğünüzde akıl, sınırsız, duvarsız, limitsiz gibi gözüküyor öyle değil mi?
Sonsuzluk, ebediyet, yaratılma, kader, hiç yaratılmamış olma, dirilme... Ve daha fazlası... Bunları neden bir türlü oturtamıyoruz? Sınırsız zannettiğimiz aklımızın tavanı göründü sanırım...
Nasıl ki karıncanın ayak seslerini duymak, bakterilerin gezintisini görmek mantıklı değilse, bu saydıklarımı da sadece akılla çözmeye çalışmak, o kadar anlamsızdır. Çünkü aklı sınırsız bilmek, akla yatmayan her şeyi yok saymaktır. Bu tıpkı “mikrop diye bir şey yoktur” demeye benzer. Kişi, böyle durumlarda ya inkâr eder ya da içinde hep vesvese diye adlandırdığı karmaşalar yaşar.
Peki Yok Mu Bu Aklın Bir Taburesi? Yok Mu Bu Kapısız Odaya Bir Çare?
İşte bu noktada iman tutar elimizden. İman aklımızın idrak aracısıdır.İmanı olanın aklına yavaş yavaş ışık sızar, perde perde bağnazlık yırtılmış olur. Ardından aydınlanma gelir.
Eğer imanımız, aklımızı aydınlatmıyorsa, akıl perdelerimiz sıkı sıkıya kapalıdır; durup durup aynı korkulu sorular bu kapısız odanın duvarlarına çarpıyor demektir. İşte şimdi tam da bu anda, ışık görünene kadar kazıma zamanıdır.
Kur'an-ı Kerim’de sekiz yüzden fazla yerde iman, yetmiş beş yerde de akıl (ve iması) kelimesi geçmektedir. İman, akıldan üstündür.
“İşte akıllarınız ersin diye, Allah size âyetlerini böylece açıklıyor.” (Bakara, 242)
Burada iman ve İslam’ı birbirine karıştırmamamız gerekmektedir. İslam bir ülke ise iman, o ülkeyi karış karış gezmek, o ülkenin dilini konuşmak; hâttâ üzerine şiirler yazmaktır. İslam bir ülke ise iman, o ülkenin toprağına ağaç dikmek, denizlerinde yüzmek, en güzel yerlerine çıkan kapılarını bulup, aralamaktır.
Ya biz daha kapıyı açmadıysak...
Öyleyse uzatın aklınızın elini, iman nuruna...
Zeynep Işık Büyükbay